طسم (1)
Ta sin mim.
تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ (2)
Şunlar o apaçık Kitabın ayetleridir.
لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ (3)
Herhalde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!
إِنْ نَشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَاءِ آيَةً فَظَلَّتْ أَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِعِينَ (4)
Dilesek onların üzerine gökten bir mu'cize indiririz de boyunları ona eğilir (inanırlar).
وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنَ الرَّحْمَٰنِ مُحْدَثٍ إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ (5)
Rahman'dan onlara hiçbir yeni Zikir (uyarı) gelmez ki, mutlaka ondan yüz çevirici olmasınlar.
فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْتِيهِمْ أَنْبَاءُ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (6)
Yalanladılar ama, alay edip durdukları şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.
أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الْأَرْضِ كَمْ أَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ (7)
Yere bakmadılar mı orada her çeşit güzel çifti bitirmişiz?
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (8)
Şüphesiz bunda bir ibret vardır, ama yine çokları inanıcı değillerdir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (9)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur merhamet eden O'dur.
وَإِذْ نَادَىٰ رَبُّكَ مُوسَىٰ أَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (10)
Rabbin Musa'ya seslendi: "O zalim kavme git!"
قَوْمَ فِرْعَوْنَ ۚ أَلَا يَتَّقُونَ (11)
Fir'avn'ın kavmine. Onlar (kötülüklerden) korunmayacaklar mı?
قَالَ رَبِّ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُكَذِّبُونِ (12)
(Musa): "Rabbim, dedi, ben, onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum."
وَيَضِيقُ صَدْرِي وَلَا يَنْطَلِقُ لِسَانِي فَأَرْسِلْ إِلَىٰ هَارُونَ (13)
Göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor (tutukluk yapıyor), onun için Harun'a da elçilik ver."
وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَأَخَافُ أَنْ يَقْتُلُونِ (14)
Hem benim üzerimde onlara karşı işlediğim bir günah da var (onlardan bir adam öldürmüştüm); onların beni öldürmelerinden korkuyorum.
قَالَ كَلَّا ۖ فَاذْهَبَا بِآيَاتِنَا ۖ إِنَّا مَعَكُمْ مُسْتَمِعُونَ (15)
(Allah): "Hayır, dedi, ikiniz de ayetlerimizle gidin, biz sizinle beraberiz, (aranızda geçecekleri) dinliyoruz."
فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا إِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ (16)
Fir'avn'e giderek deyin ki: Biz alemlerin Rabbinin elçisiyiz."
أَنْ أَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ (17)
İsrail oğullarını bizimle beraber gönder.
قَالَ أَلَمْ نُرَبِّكَ فِينَا وَلِيدًا وَلَبِثْتَ فِينَا مِنْ عُمُرِكَ سِنِينَ (18)
(Gittiler, Allah'ın emrini duyurdular. Fir'avn) Dedi ki: "Biz seni, içimizden bir çocuk olarak yetiştirmedik mi? Ömründe nice yıllar aramızda kalmadın mı?"
وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّتِي فَعَلْتَ وَأَنْتَ مِنَ الْكَافِرِينَ (19)
Ve sonunda o yaptığını da yaptın, sen nankörlerden birisin.
قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنَ الضَّالِّينَ (20)
(Musa): "Onu yaptığım zaman sapıklardan idim" dedi.
فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ (21)
Sizden korkunca aranızdan kaçtım, sonra Rabbim bana hükümdarlık verdi ve beni elçilerden yaptı
وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ أَنْ عَبَّدْتَ بَنِي إِسْرَائِيلَ (22)
O başıma kaktığın ni'met de İsrail oğullarını köle yapman(yüzünden)dir. (Onları köle diye kullanıp erkek çocuklarını kesmeseydin, senin eline düşmezdim)
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ (23)
Fir'avn dedi ki: "(Ey Musa) alemlerin Rabbi nedir?"
قَالَ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِنْ كُنْتُمْ مُوقِنِينَ (24)
(Musa): "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimseler iseniz (bunu anlarsınız)," dedi.
قَالَ لِمَنْ حَوْلَهُ أَلَا تَسْتَمِعُونَ (25)
(Fir'avn): Çevresinde bulunanlara: "İşitiyor musunuz?" dedi.
قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ (26)
(Musa): "O sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ (27)
(Fir'avn): "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir" dedi.
قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا ۖ إِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ (28)
(Musa): "Eğer düşünürseniz O, doğunun batının ve bunlar arasında bulunanların da Rabbidir" dedi.
قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ إِلَٰهًا غَيْرِي لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ (29)
(Fir'avn ey Musa): "Andolsun ki benden başka tanrı edinirsen, seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım" dedi.
قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُبِينٍ (30)
(Musa, peki): "Sana (doğruluğumu) kanıtlayan apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" dedi.
قَالَ فَأْتِ بِهِ إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (31)
(Fir'avn): "Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)," dedi.
فَأَلْقَىٰ عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُبِينٌ (32)
(Musa), asasını attı, bir de (baktılar ki) o apaçık bir ejderha!
وَنَزَعَ يَدَهُ فَإِذَا هِيَ بَيْضَاءُ لِلنَّاظِرِينَ (33)
Elini (koltuğunun altından) çıkardı; o da, bakanlara parıl parıl parlayan bir şey oluverdi.
قَالَ لِلْمَلَإِ حَوْلَهُ إِنَّ هَٰذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ (34)
(Fir'avn), çevresindeki ileri gelenlere: "Bu dedi, bilgin bir büyücüdür."
يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ (35)
Büyüsüyle sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?
قَالُوا أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ (36)
Dediler ki: "Onu ve kardeşini eğle, kentlere toplayıcılar gönder."
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَلِيمٍ (37)
Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler.
فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِمِيقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ (38)
Derken büyücüler belli bir günün belirlenen vaktinde bir araya getirildi.
وَقِيلَ لِلنَّاسِ هَلْ أَنْتُمْ مُجْتَمِعُونَ (39)
Halka da: "Siz de toplanır mısınız?" denildi.
لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ إِنْ كَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ (40)
Umarız ki büyücüler üstün gelirse biz de onlara uyarız.
فَلَمَّا جَاءَ السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ أَئِنَّ لَنَا لَأَجْرًا إِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبِينَ (41)
Büyücüler gelince Fir'avn'e: "Eğer üstün gelenler biz olursak, bize mutlaka bir ücret var değil mi?" dediler.
قَالَ نَعَمْ وَإِنَّكُمْ إِذًا لَمِنَ الْمُقَرَّبِينَ (42)
Evet dedi, hem o takdirde siz (bana) yakınlardan olacaksınız.
قَالَ لَهُمْ مُوسَىٰ أَلْقُوا مَا أَنْتُمْ مُلْقُونَ (43)
Musa onlara: "Atacağınızı atın!" dedi.
فَأَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ إِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ (44)
İplerini ve değneklerini attılar ve "Fir'avn'ın şerefine biz, elbette biz galib geleceğiz" dediler.
فَأَلْقَىٰ مُوسَىٰ عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ (45)
Musa da asasını attı. Birden o, onların uydurduklarını yutmağa başladı.
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ (46)
Derhal büyücüler secdeye kapandılar:
قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (47)
Dediler: "Alemlerin Rabbine inandık."
رَبِّ مُوسَىٰ وَهَارُونَ (48)
Musa'nın ve Harun'un Rabbine.
قَالَ آمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ ۖ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ۚ لَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ أَجْمَعِينَ (49)
(Fir'avn) dedi: "Ben size izin vermeden mi ona inandınız? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse (size ne yapacağımı) yakında bileceksiniz: Ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve hepinizi asacağım!"
قَالُوا لَا ضَيْرَ ۖ إِنَّا إِلَىٰ رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَ (50)
Zararı yok, dediler, (nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz.
إِنَّا نَطْمَعُ أَنْ يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَا أَنْ كُنَّا أَوَّلَ الْمُؤْمِنِينَ (51)
Biz ilk inananlar olduğumuz için Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umarız.
۞ وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي إِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ (52)
Musa'ya: "Kullarımı geceleyin (Mısır'dan çıkar), yürüt; siz takibedileceksiniz." diye vahyettik.
فَأَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ (53)
Fir'avn, (İsrail oğullarının gittiğini duyunca) kentlere (asker) toplayıcılar gönderdi.
إِنَّ هَٰؤُلَاءِ لَشِرْذِمَةٌ قَلِيلُونَ (54)
Şunlar, (şu İsrail oğulları), az bir topluluktur dedi.
وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ (55)
Bizi kızdırmaktadırlar.
وَإِنَّا لَجَمِيعٌ حَاذِرُونَ (56)
Biz, ihtiyatlı, koca bir cemaatiz.
فَأَخْرَجْنَاهُمْ مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (57)
Böylece biz onları çıkardık: bahçeler(in)den, çeşmeler(in)den.
وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ (58)
Hazineler(in)den ve o güzel yer(lerin)den.
كَذَٰلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا بَنِي إِسْرَائِيلَ (59)
Böylece bunları İsrail oğullarına miras yaptık.
فَأَتْبَعُوهُمْ مُشْرِقِينَ (60)
(Fir'avn ve adamları), güneş doğarken onların ardına düştüler.
فَلَمَّا تَرَاءَى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسَىٰ إِنَّا لَمُدْرَكُونَ (61)
İki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce Musa'nın adamları: "İşte yakalandık!" dediler.
قَالَ كَلَّا ۖ إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ (62)
(Musa): "Hayır, dedi, Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir."
فَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَ ۖ فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ (63)
Musa'ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) yarıldı, (on iki yol açıldı). Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu.
وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ (64)
Ötekileri de buraya yaklaştırdık (Musa ve adamlarının ardından, düşmanları da bu denizde açılan yollara girdiler).
وَأَنْجَيْنَا مُوسَىٰ وَمَنْ مَعَهُ أَجْمَعِينَ (65)
Musa'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık.
ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ (66)
Sonra ötekilerini boğduk (Musa ve adamları karaya çıkınca deniz kapandı, Fir'avn ve adamları boğuldu).
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (67)
Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama çokları inanmazlar.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (68)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ إِبْرَاهِيمَ (69)
Onlara İbrahim'in haberini de oku:
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ (70)
Babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti.
قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ (71)
Putlara tapıyoruz, onların önünde ibadete duruyoruz. dediler.
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ (72)
Peki, dedi, siz du'a ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?
أَوْ يَنْفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ (73)
Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءَنَا كَذَٰلِكَ يَفْعَلُونَ (74)
Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük, (onun için biz de böyle yapıyoruz). dediler.
قَالَ أَفَرَأَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ (75)
İşte gördünüz mü neye tapıyorsunuz? dedi.
أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمُ الْأَقْدَمُونَ (76)
Siz ve eski atalarınız?
فَإِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِي إِلَّا رَبَّ الْعَالَمِينَ (77)
Onlar benim düşmanımdır. Yalnız alemlerin Rabbi (benim dostumdur).
الَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ (78)
Beni yaratan ve bana yol gösteren O'dur.
وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ (79)
Bana yediren ve içiren O'dur.
وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ (80)
Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.
وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ (81)
Beni öldürecek, sonra diriltecek O'dur.
وَالَّذِي أَطْمَعُ أَنْ يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ (82)
Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur.
رَبِّ هَبْ لِي حُكْمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ (83)
Rabbim, bana hüküm (hükümdarlık, bilgi) ver ve beni Salihler arasına kat.
وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ (84)
Sonra gelenler arasında bana, bir doğruluk dili nasib eyle (sonraki nesiller arasında hayır ile anılmamı sağla)!
وَاجْعَلْنِي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ (85)
Beni ni'met(i bol olan) cennetinin varislerinden kıl.
وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ (86)
Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandır. And forgive my father. Lo! he is of those who err.
وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ (87)
(Kulların) diriltilecekleri gün, beni utandırma.
يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ (88)
O gün ki, ne mal, ne de oğullar yarar vermez.
إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ (89)
Ancak Allah'a sağlam ve temiz kalb getiren (yarar görür).
وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ (90)
(O gün) cennet, korunanlara yaklaştırılır.
وَبُرِّزَتِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ (91)
Cehennem de azgınların karşısına çıkarılır.
وَقِيلَ لَهُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ (92)
Onlara "Hani taptıklarınız nerede?" denilir.
مِنْ دُونِ اللَّهِ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ أَوْ يَنْتَصِرُونَ (93)
O Allah'tan başka (taptıklarınız) size yardım ediyorlar mı, yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu?
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ (94)
Onlar ve azgınlar, tepe taklak oraya atılırlar.
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ (95)
İblis'in bütün askerleri de.
قَالُوا وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ (96)
Onlar orada (putlarıyle) çekişerek derler ki:
تَاللَّهِ إِنْ كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (97)
Vallahi biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz!
إِذْ نُسَوِّيكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (98)
Çünkü sizi alemlerin Rabbine eşit tutuyorduk.
وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ (99)
Ama bizi saptıran o suçlulardır.
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعِينَ (100)
Şimdi artık bizim ne şefa'atçilerimiz var,
وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ (101)
Ne de sıcak bir dostumuz.
فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (102)
Ah keşke bir dönüşümüz daha olsa da inananlardan olsak!
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (103)
Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama yine çokları inanmazlar."
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (104)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ (105)
Nuh kavmi de gönderilen elçileri yalanladı.
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ (106)
Kardeşleri Nuh onlara: "Korunmaz mısınız?" demişti.
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ (107)
Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (108)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ (109)
Ben sizden, buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, yalnız alemlerin Rabbine aittir.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (110)
Öyle ise Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
۞ قَالُوا أَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْأَرْذَلُونَ (111)
Dediler ki: "Sana bayağı kimseler uymuşken biz sana inanır mıyız?"
قَالَ وَمَا عِلْمِي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (112)
Dedi ki: "Ben onların yaptıklarını(n iç yüzünü) bilmem (ben ancak görünüşe göre hüküm veririm)."
إِنْ حِسَابُهُمْ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّي ۖ لَوْ تَشْعُرُونَ (113)
Anlayışınız olsa, onların hesabının Rabbime aidolduğunu bilirsiniz.
وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الْمُؤْمِنِينَ (114)
Ben inananları kovacak değilim.
إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُبِينٌ (115)
Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.
قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُومِينَ (116)
Dediler: "Ey Nuh, (bu dediğinden) vazgeçmezsen mutlaka taşlananlardan olacaksın."
قَالَ رَبِّ إِنَّ قَوْمِي كَذَّبُونِ (117)
(Nuh): "Rabbim, dedi, kavmim beni yalanladı."
فَافْتَحْ بَيْنِي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّنِي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (118)
Benimle onların arasını aç (aramızda hükmet), beni ve benimle beraber bulunan mü'minleri kurtar!
فَأَنْجَيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ (119)
Biz de onu ve onunla beraber bulunanları, dolu gemi içinde kurtardık.
ثُمَّ أَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاقِينَ (120)
Sonra bunun ardından, geride kalanları boğduk.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (121)
Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama yine çokları inanmazlar.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (122)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ (123)
Ad (kavmi) de, gönderilen elçileri yalanladı.
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ (124)
Kardeşleri Hud onlara: "Korunmaz mısınız?" demişti.
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ (125)
Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (126)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ (127)
Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin Rabbine aittir.
أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ آيَةً تَعْبَثُونَ (128)
Siz her yol üzerine, (gelip geçenleri yanıltmak için) bir işaret yapıp da boş şeyle mi uğraşıyorsunuz?
وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَ (129)
Belki ebedi yaşarsınız diye köşkler (ve müstahkem kaleler) ediniyorsunuz?
وَإِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّارِينَ (130)
(Bir kavmi) yakaladığınız zaman da zorbalar gibi yakalıyorsunuz.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (131)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَاتَّقُوا الَّذِي أَمَدَّكُمْ بِمَا تَعْلَمُونَ (132)
Size bildiğiniz ni'metleri bol bol veren(Allah)dan korkun. Keep your duty toward Him Who hath aided you with (the good things) that ye know,
أَمَدَّكُمْ بِأَنْعَامٍ وَبَنِينَ (133)
O size verdi: davarlar, oğullar,
وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (134)
Bahçeler, çeşmeler.
إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (135)
Doğrusu ben size büyük bir günün azabı(nın çarpması)ndan korkuyorum.
قَالُوا سَوَاءٌ عَلَيْنَا أَوَعَظْتَ أَمْ لَمْ تَكُنْ مِنَ الْوَاعِظِينَ (136)
Dediler ki: "Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir."
إِنْ هَٰذَا إِلَّا خُلُقُ الْأَوَّلِينَ (137)
Bu (davranışımız), sadece evvelkilerin ahlakı(ve geleneği)dir.
وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ (138)
Biz azaba uğratılacak değiliz.
فَكَذَّبُوهُ فَأَهْلَكْنَاهُمْ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (139)
(Böylece) onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama yine çokları inanmazlar.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (140)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَلِينَ (141)
Semud (kavmi) de gönderilen elçileri yalanladı:
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ (142)
Kardeşleri Salih, onlara demişti ki: "Korunmaz mısınız?"
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ (143)
Ben sizin için güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (144)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ (145)
Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin Rabbine aittir.
أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ (146)
Siz burada güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?
فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (147)
Böyle bahçelerde, çeşme başlarında?
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ (148)
Ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında?
وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا فَارِهِينَ (149)
Dağlardan ustalıkla evler yontuyorsunuz.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (150)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَلَا تُطِيعُوا أَمْرَ الْمُسْرِفِينَ (151)
O aşırıların emrine uymayın.
الَّذِينَ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ (152)
Yeryüzünde bozgunculuk yapan, ıslah etmeyen o kimseler(in sözüyle hareket etmeyin).
قَالُوا إِنَّمَا أَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ (153)
Dediler: Sen, iyice büyülenmişlerdensin."
مَا أَنْتَ إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا فَأْتِ بِآيَةٍ إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (154)
Sen de bizim gibi bir insansın. Eğer doğrulardansan bize bir mu'cize getir.
قَالَ هَٰذِهِ نَاقَةٌ لَهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَعْلُومٍ (155)
Dedi: "İşte bu dişi deve(mu'cize)dir. (Bir gün) onun su içme hakkı var, belli bir günün su içme hakkı da sizin."
وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظِيمٍ (156)
Sakın, ona bir kötülük dokundurmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar.
فَعَقَرُوهَا فَأَصْبَحُوا نَادِمِينَ (157)
Nihayet onu kestiler, ama pişman oldular.
فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ ۗ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (158)
Ve azab onları yakaladı. Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama yine çokları inanmazlar.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (159)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ الْمُرْسَلِينَ (160)
Lut (kavmi) de gönderilen elçileri yalanladı.
إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ لُوطٌ أَلَا تَتَّقُونَ (161)
Kardeşleri Lut, onlara "Korunmaz mısınız?" demişti.
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ (162)
Ben sizin için güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (163)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ (164)
Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin Rabbine aittir. And I ask of you no wage therefore; my wage is the concern only of the Lord of the Worlds.
أَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَمِينَ (165)
Alemlerin içinde erkeklere mi gidiyorsunuz?
وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ أَزْوَاجِكُمْ ۚ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ (166)
Ve Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyorsunuz? Siz sınırı aşan bir kavimsiniz.
قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَجِينَ (167)
Dediler: "Ey Lut, andolsun, eğer (bundan) vazgeçmezsen, mutlaka sürülenlerden olacaksın.
قَالَ إِنِّي لِعَمَلِكُمْ مِنَ الْقَالِينَ (168)
(Lut) dedi: "Ben sizin bu işinize, (kadınları bırakıp erkeklere gidişinize) kızanlardanım."
رَبِّ نَجِّنِي وَأَهْلِي مِمَّا يَعْمَلُونَ (169)
Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar!
فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ (170)
Biz de onu ve ailesini tamamen kurtardık.
إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ (171)
Yalnız geride kalanlar arasında bulunan bir koca karıyı (kurtarmadık).
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ (172)
Sonra ötekilerini hep yıktık, helak ettik.
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًا ۖ فَسَاءَ مَطَرُ الْمُنْذَرِينَ (173)
Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık, uyarıl(ıp da yola gelmey)enlerin yağmuru hakikaten çok kötü oldu!
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (174)
Muhakkak ki bunda bir ibret vardır, ama yine çokları inanmazlar.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (175)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
كَذَّبَ أَصْحَابُ الْأَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ (176)
Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı.
إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ (177)
Şu'ayb, onlara demişti ki: "Korunmaz mısınız?"
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ (178)
Ben sizin için güvenilir bir elçiyim.
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (179)
Allah'tan korkun ve bana ita'at edin.
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ ۖ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَىٰ رَبِّ الْعَالَمِينَ (180)
Ben sizden, buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin Rabbine aittir.
۞ أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ (181)
Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın.
وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ (182)
Doğru terazi ile tartın.
وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ (183)
İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.
وَاتَّقُوا الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْأَوَّلِينَ (184)
Sizi ve önceki nesilleri yaratandan korkun. And keep your duty unto Him Who created you and the generations of the men of old.
قَالُوا إِنَّمَا أَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ (185)
Dediler: "Sen iyice büyülenmişlerdensin."
وَمَا أَنْتَ إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَإِنْ نَظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ (186)
Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz.
فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًا مِنَ السَّمَاءِ إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (187)
Eğer doğrulardansan o halde üzerimize gökten parçalar düşür.
قَالَ رَبِّي أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ (188)
Rabbim yaptığınızı daha iyi bilir dedi.
فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِ ۚ إِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (189)
Onu yalanladılar, nihayet o gölge gününün azabı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azabı idi.
إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً ۖ وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُؤْمِنِينَ (190)
Muhakkak ki bunda bir ibret vardır ama yine çokları inanmazlar.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (191)
Şüphesiz Rabbin, işte üstün O'dur, merhamet eden O'dur.
وَإِنَّهُ لَتَنْزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ (192)
Muhakkak ki o (Kur'an), alemlerin Rabbinin indirmesidir.
نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ (193)
Onu, er-Ruhu'l-Emin (güvenilir ruh, Cebrail) indirdi:
عَلَىٰ قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ (194)
Senin kalbine; uyarıcılardan olman için,
بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ (195)
Apaçık Arapça bir dille.
وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ (196)
O(nun içeriği), evvelkilerin Kitaplarında da vardır.
أَوَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ آيَةً أَنْ يَعْلَمَهُ عُلَمَاءُ بَنِي إِسْرَائِيلَ (197)
İsrail oğulları bilginlerinin onu bilmesi de onlar için (Kur'an'ın Güvenilir Ruh tarafından vahyedildiğine) yeterli bir delil değil mi?
وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلَىٰ بَعْضِ الْأَعْجَمِينَ (198)
Biz onu yabancılardan birine indirseydik de,
فَقَرَأَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِهِ مُؤْمِنِينَ (199)
Onu onlara okusaydı, ona inanmazlardı:
كَذَٰلِكَ سَلَكْنَاهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ (200)
Biz onu, suçluların kalblerine öyle soktuk.
لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ حَتَّىٰ يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ (201)
Acı azabı görünceye kadar da ona inanmazlar.
فَيَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (202)
Azab onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar.
فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنْظَرُونَ (203)
(Birden onu karşılarında bulunca) Acaba bize süre verilir mi?" derler.
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ (204)
Hala bizim azabımızı mı acele istiyorlar (doğru söyleyenlerden isen bizi tehdidettiğin azabı getir mi diyorlar)?
أَفَرَأَيْتَ إِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِنِينَ (205)
Baksana, biz onları yıllarca yaşatsak,
ثُمَّ جَاءَهُمْ مَا كَانُوا يُوعَدُونَ (206)
Sonra tehdidedildikleri (azab) kendilerine gelse,
مَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَ (207)
O yaşatıldıkları (zevk-u sefa sürdükleri) şeyler, kendilerine ne yarar sağlardı?
وَمَا أَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ إِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَ (208)
Biz, hiçbir kenti helak etmedik ki onun uyarıcıları olmasın (helak etmeden önce mutlaka uyarıcı gönderdik).
ذِكْرَىٰ وَمَا كُنَّا ظَالِمِينَ (209)
(Uyarıcılar) uyarırlardı. Biz zulmediciler değildik.
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ (210)
O(Kur'a)n'ı şeytanlar (cinler) indirmedi.
وَمَا يَنْبَغِي لَهُمْ وَمَا يَسْتَطِيعُونَ (211)
Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da.
إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ (212)
Çünkü onlar, (meleklerin sözlerini) işitmekten uzaklaştırılmışlardır.
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَٰهًا آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ (213)
Allah ile beraber başka bir tanrı çağırma, sonra azabedilenlerden olursun.
وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ (214)
En yakın akrabanı uyar.
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (215)
Ve sana uyan mü'minlere kanadını indir (onlara karşı mütevazi ve şefkatli davran).
فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ (216)
Şayet sana (uymaz) karşı gelirlerse: "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım," de.
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ (217)
Galib ve esirgeyen(Allah)a tevekkül et.
الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ (218)
O, seni görür: Namaza durduğun zaman,
وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ (219)
Ve secde edenler arasında eğilip doğrulurken.
إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (220)
Çünkü O, işitendir, bilendir.
هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَىٰ مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ (221)
Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi?
تَنَزَّلُ عَلَىٰ كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ (222)
Onlar, her günahkar yalancıya inerler.
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَأَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَ (223)
O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları da yalan söylerler.
وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ (224)
Şa'irlere gelince onlara da azgınlar uyar.
أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ (225)
Baksana onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar?
وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ (226)
Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler.
إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا ۗ وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ (227)
Ancak inananlar, iyi işler yapanlar, Allah'ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra (rakiplerine) üstün gelmeğe çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir!